İLKER BAŞBUĞ’UN TAHLİYESİ "DOĞRULAR, YANLIŞLAR"

Yüzyılın en büyük komplosu ya da kumpası Ergenekon ve TSK’ya karşı kurulmuş olan öteki operasyon ve davalardır.

Türk Genelkurmay Başkanı her kim olursa olsun terör örgütü kurucusu ya da yöneticisi olarak suçlanamaz. Suçlanamazdı.

Herkesin bildiği gibi, 26.Genelkurmay Başkanı yalnızca suçlanmadı, müebbet hapse de mahkum edildi.

İki yılın üstünde mahpus kaldıktan sonra, Cuma günü tahliye edildi. Bu salıverilme tabii ki hepimizi çok mutlu etti.

Hele benim gibi yargılanıp, hapse mahkum edilmiş olanlar herkesten daha fazla mutluluk duydu. Ve Silivri’de, Maltepe’de, Hasdal’da ve başka yerlerde tutsak edilmiş olanların da tahliyesi beklentisi içine girildi.

Ancak, düşkırıklığına uğranıldı. Şimdilik.

Başbuğ, çıktığında özgürlüğüne kavuştuğunu, içerdekilerin de kavuşması amacıyla mücadele edeceğini söyledi.

Burada, maalesef bir yanlış var.

Başbuğ özgürlüğüne kavuşmadı. Haftada bir gün karakola gidip, yoklama verecek. Bunun neresi özgürlüğüne kavuşmak?

Buna şartla ya da şartlı salıverilmek denir.

Özgürlük, yeniden yargılanmayla sağlanmaz. Ya genel af, ya sınırları çizilmiş bir af ya da bu davanın tamamen bozularak herkesin suçsuz olduğunun ilan edilmesidir.

Anayasa Mahkemesinin Başbuğ kararını iyice okumak gerekiyor. Avukatların hatası nedeniyle Yüce Divan’da yargılanma şansının yitirildiği belirtilmiştir. Öyle anlaşılıyor ki, bu hak pek çok sanık için kaçırılmıştır.

Bunu şimdilik bir kenara bırakıyorum.

İkinci yanlışlık, Başbuğ’un içerden çıktığında, nasıl bir iletişim stratejisi uygulaması gerektiğinin tam ve açıklıkla belirlenmemiş oluşudur.

Eski Genel Kurmay Başkanı, Kanyon’da bir imza gününe katıldı. Böylece, toplumda bir ilgi ve refleks anlamında bir tepki oluşturulacağı tahmin edildi.

Ancak, ne yazık ki hiçbir şey olmadı. Yıllardır olan biteni yakından izleyenler biliyorlardı ki, olmayacaktı, olamazdı.

Orada yalnızca üç tv kanalı vardı.

Oysa doğru olan Başbuğ’un bir basın toplantısı yapmasıydı.  Baştan itibaren TSK’ya kurulan bu komplonun bir ABD projesi olduğunun ve Cemaat ile Hükümetin ortak bir operasyon olduğunu çok net biçimde ve çekinmeden ortaya koymasıydı.

Ne yazık ki bunu da yapmadı ya da yaptırmadılar.

Üçüncü yanlış ise, bu komplonun bir hukuk davası değil siyasi bir dava olduğunun anlatılmamasıydı.

Dördüncüsü, bu kumpasın Türk Ordusunu ne hale getirdiğinin, en yetkili ve yetkin kişi olarak Başbuğ tarafından açıklanmasından kaçınılmış oluşudur.

Beşincisi, kitabında yazdığı ve Mehmet Barlas röportajında ifade ettiği şekliyle “ihbarcı, ispiyoncu, kumpascı” her rütbeden askeri şahısların kimler olduğunu bildiğini, isim vermese bile, tüm bilgilerin elinde olduğunu açıklamamış oluşudur.  

Başbuğ’u karşılayan kalabalığın hemen neredeyse tamamı İP mensuplarıdır. Yani onlar olmasaydı oradaki kalabalık da olmayacaktı.

Yanlışlığın altıncısına gelince
, Ergenekon kumpasının başından itibaren TESUD yani “emekli subaylar derneği” hiç ortada görünmemiştir. Özellikle, 2008 operasyonları başladığın da TESUD’un başında bulunan emekli general Rıza Küçükoğul’un tavrını ne  silah arkadaşları, ne askeri tarih, ne de sosyal tarih bağışlamayacaktır. Bu generalin tavrı, Silahlı Kuvvetlerde “silah arkadaşlığı olgusunun” kocaman bir balon olduğunu ortaya koymuştur. Bunu Başbuğ da pek çok soruya cevap bulamadığımız kitabında bile yazmıştır.

Yedinci yanlış, bir sloganik harekettedir. Bu hareket, “sessiz çığlık” adıyla açıklanmıştır. Çığlık sessiz olduktan sonra yalnızca sembolik anlam taşıdıkça ne önemi ve tepkisi olurdu ki! Nitekim toplumda hiçbir karşılık bulmadı. Buna ek olarak, Balyoz tutuklaması sonraları saygıdeğer asker eşlerinin yani kadınların başlattığı “vardiya bizde” hareketi de, ne yazık ki, toplumda ve medyada (birkaç yazar dışında) ses getiremedi. Bir kez, “vardiya” bir bahriye terimi olduğundan, anlaşılana kadar zaten zaman geçti. Cumartesi annelerine, liberal ve sol kesimden yıllardır destek verilişine karşın, “vardiya bizde” platformunun kadınları görülmezden geldi. Eğer TGB’nin gençleri olmasaydı, bu “platform” bu kadar da bilinemeyecekti!

En büyük yanlışa gelince, yüzlerce kurmay subayı olan Türk Ordusunun Genelkurmayı, bu kumpası göremedi, operasyonlar başlayınca doğru okuyamadı. Acaba neden? İşte bu can yakıcı sorunun yanıtını Hilmi ve Yaşar Beyler'den değil  Orgeneral İlker Başbuğ’dan bekliyoruz. Bunun gerçek bir Gladyo operasyonu olduğunu bizlere ve dünya kamuoyuna açıklayabilecek tek kişi kendisidir.  Çünkü Aytaç Bey'den de zerre kadar umut olmadığını yaşayarak öğrenmiştik. Deniz Kuvvetlerinde ise, Oramiral Uğur Yiğit dışındakilerden  açıklama ve kumpasın çözümlemesini beklemek ise yalnızca saçma sapan bir iyimserlik olur.

Peki, geriye ne kaldı?

Gerekçeli kararın yazıldıktan sonra Yargıtay’a gönderilmesi…

Orada ne olacak dersiniz?

HSYK’nın yapısı değiştirildi ama Yargıtay olduğu gibi duruyor. Balyoz kararını onayan Yargıtay hiç kuşkunuz olmasın, Ergenekon mahkemesinin kararını da olduğu gibi onaylayacaktır.

Yineliyorum, bu dava bir hukuk davası değil, siyasi bir davadır.

Yapılan yanlışlara son olarak şunları eklemekte hiç  mütereddit davranmayacağım.

Bu kumpası kuranları süreç içinde kimler cesaretlendirmiştir?

Başbuğ’a yanlış ve hatalı hukuk stratejisi izlettiren kendi döneminin Hukuk Müşavirleridir. Baştan itibaren bu davayla hiç ilgilenmeyen MHP’dir.

CHP’nin bazı milletvekilleri gerçekten duyarlı davranmışlardır ancak başta Hurşit Güneş olmak  üzere onlarcası, operasyonu tasarlayan ve uygulayan odağı cesaretlendirici doğrultuda demeçler vermiştir.

Genelkurmay Başkanları, TESUD, görevdeki subay ve astsubaylar kendi evlatlarına sahip çıkmadıktan sonra Yargıtay ve AKP neden sahip çıksın?



Not: Bir sonraki yazıda, bu kumpas sürecinde medya mensuplarıyla, TSK mensubu emekli subayların ihanetlerini de mahkeme kararından örnek vererek anlatacağım.