KAN DERYASINDA BEBEK SESLERİ!..

Dijital teknoloji çılgınlığı, sınır ötesi yaşam beklentileri, bilimsel gelişmelerin çağı iyice zorlaması ve uzayın derinliklerindeki diğer dünyalılara ulaşma çabaları hep boşuna mıdır acaba?.. Boşuna değilse, dünya neden 1980’den bu yana başta Ortadoğu olmak üzere, dünyanın geri kalmış bölgelerinde bitmeyen savaşlarla meşguldür ki?.. Irak-İran mücadelesi, Körfez Savaşı, Irak’ın işgali, Libya’daki karmaşa, Mısır ve çevresindeki “Arap Baharı” kaosu, Suriye’de tetiklenen iç karmaşa yetmezmiş gibi, petrol, rant, din, mezhep ve etnik kaygılarla büyütülen çatışmalar daha ne kadar savaş çıkaracak acaba?.. Ne yazık ki insanlığın dünya içindeki olağan devinimini de engeller savaşlar!.. Yalnızca aldığı canlarla değil, yaşamı durdurması açısından da karanlık ve kirli bir kaostur savaş... Çünkü filler tepişirken çimler ezilir savaşlarda!.. Ve başkasının kirli hesaplarıyla planlanan savaşlarda masumlar da ölür... En önemlisi de “gelecek nesiller” için barışsız bir dünyaya yol açar savaş... İnsan yaşamı açısından kazananı olmasa da, pusulası, gidişatı ve sonucu da her zaman bellidir savaşların; Çünkü “amaç- hedef- plan- rant” tezgahına hizmettir savaş... Peki ya gerisi?.. İşte bu sorunun yanıtları da tarihin en eski zamanlarından bu yana hiç ama hiç değişmedi; Çatışma, pusu, siper, mevzi, tank, uçak, bomba ve nihayetine ölüm, kan ve katliamdır savaş... Ya toprak uğruna, ya din uğruna ya da “böl-parçala-yönet” zihniyetinin taşeronluğu uğruna!.. Yani hiç gerek yokken, hiçbir geri dönüşü olmazken başkalarının amaçlarına hizmet etmek, eski dosttan düşmanlar yaratmak ve nihayetinde kendi ayağından vurulmak... vurulmak... vurulmak!..

Kaosta yeni canlar!.

Türkiye işte son 4 yıldır tam da bir diplomasi vahametinin zorladığı taşeronluk kıskacının sıkıntılarını yaşıyor... Bu ülke yalnızca kendi içinde yaşadığı ve adeta iç savaşa dönüştürülmeye çalışılan ayrılıkçı ve dinci terörden değil, sınırlarının yanı başında süren iç savaş ve emperyalist kuşatmanın yıkımlarıyla da boğuşuyor... Asıl mesele Suriye, İran, Irak ve ABD ile süren diplomasi savaşı, Rusya ile giderek büyüyen ekonomik savaş da değil... Türkiye ne yazık ki skandal Suriye politikasının savaştan yansıyan derin ve etkili sarsıntılarıyla da çalkalanıyor... İthalatı, ihracatı, tarımı ve son olarak turizmi de vurmaya başlayan bu kaosun gerisinde, sayıları “2.5” milyonu geçen Suriyeli sığınmacıların yol açtığı sosyo- ekonomik sıkıntılar ise yalnızca güvenlik çıkmazlarına neden olmuyor... Böylesi bir kaos, işsizliği körüklüyor, barınma, beslenme, korunma, sağlık, eğitim ve güvenlik gibi insan yaşamını direkt ilgilendiren çıkmazları da büyütüyor... Hele muhatap, yani diplomasi kurbanı Türkiye gibi ne yazık ki artık kendine bile yetmeyen bir ülke olunca, savaş-göç ikileminde büyüyen kaosun giderek derinleşeceğinin ürkütücü haberleri de geliyor...

152 bin kez pervasızlık!..

“Savaş- mavaş” derken “nereye gidiyor yine bu adam” dediğinizi duyar gibiyim!.. Haklısınız, çoğunlukla savaş ve ölümlerden mi söz edeceğiz bu köşede?.. Konumuz bu kez “doğum”lar ama siz yine de fazla sevinmeyiniz!.. Çünkü yaşamın bağrına derin bir hançer vuran iki yüzlü bir paradoksun içinde, ölümlerin ortasında “doğanlar” hangi dünyaya getiriliyorlar acaba?.. Kan ve kaosa rağmen dünyaya getirilmelerinde sakınca görülmeyen bebeklerin gelecekleri var mı, yaşamları garanti mi, sağlıklı bir büyüme ortamına kavuşabilecekler mi?.. Konumuz, bu soruların girdabında ne yazık ki talihsiz bir kuşağın acı ninnilerini de mırıldanıyor!!! Baksanıza; Türkiye, terörün iç savaşı zorlayan kaosuyla ve Suriye’deki karmaşanın yansımalarıyla uğraşırken, Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları Konseyi’nin Cenevre’deki 31. oturumunda konuşan Başbakan Yardımcısı Lütfi Elvan çok düşündürücü bir açıklama yapmış... Elvan, Suriye’de iç savaşın başlamasından bu yana Türkiye’de doğan Suriyeli bebeklerin sayısının “152 bin”e ulaştığını söylemiş!..

Acı, zevk ve masumiyet!..


Konu madem savaşın tam ortasında dünyaya henüz gelmiş masum ve savunmasız bebekler, o halde burada duralım işte... Söyler misiniz; Kadın erkek ilişkisi, seks, dünyanın olağan cinsiyet devinimi ve üreme-çoğalma konusundaki doğal gereksinimler iyi de, “bu ne pervasızlıktır” demenim tam zamanı değil mi sizce?.. Bomba, füze, kurşunlar, mayınlar, kulak patlatan infilaklar, pusular, katliamlar ve meydanlarda başı kesilenlerin acı çığlıkları zihinleri kurcalarken, “bırakın cesareti, çocuk yapacak istek ve enerji nereden bulunur” gibi absürt bir soruya sıkıştırmayalım meseleyi... Asıl sorun şu; evet savaş pervasızlık da, 4 yıla varan bir çatışma sürecinin ölüm ve yıkımları arasında, tam 152 bin bebeği dünyaya getirmeye cesaret edenler sağlıklı bir geleceğe mi hizmet ettiler, yoksa pervasızlık ve cehalete mi?.. Peki söyler misiniz; Suriye çöllerinin yanı başında, Urfa, Antep ve Kilis’teki çadır kentlerde gelecekleri belirsiz ve sağlıksız bir ortamda dünyaya getirilen bebekler, savaşın tam ortasına atılmadılar mı acaba?.. İnsanoğlunu acılardan zevk almaya ve pervasızlıktan bebek yapmaya sürükleyen savaşa da cehalete de yazıklar olsun!..



https://twitter.com/FARACYAZIYOR
https://www.facebook.com/mfarac