Mahalle Baskısı
Din konusu çok hassas. Özellikleri nedeniyle tartışmalara açık değil. Arkasına kolayca sığınabilmek mümkün. Bu perdenin arkasına gizlenilerek normalde yapılması zor olan eylem ve söylemler kolayca gerçekleştirilebiliyor. Dinci çevreler tarafından (dindarlar değil) yüzyıllardır sürekli bir “Mahalle Baskısı” söylemi ağızlarda gevelenip duruyor.
Tarihî gerçeklere bakılacak olursa; Evet, yüzyıllar boyunca bazı etnik gruplar, mezhepler veya birtakım dindar kesim zaman zaman dayatmalarla karşılaşmış ve hâttâ direndikçe can güvenlikleri tehlikeye girmiştir. Bu gruplar ağır diyetler ödedikten sonra can güvenliklerini sağlayabilmişler ve yaşamlarını sürdürebilmek için isimlerinin yanına “dönme” ünvanı almak zorunda kalmışlardır. Diğer inanç sistemlerini ayrıca değerlendirmek üzere bir kenara koyarsak üç semavi dinin mensupları da tarihin değişik dönemlerinde bu asimilasyondan nasibini yeterince almıştır. Genellikle bu asimilasyon ve eziyet o dönemde iktidarda bulunan ve diğer bir cemaat, mezhep ya da dinin mensubu olan muktedir tarafından, Din ve Allah adına denilerek yapılmıştır. Tarihin karanlık sayfaları maalesef Din ve Allah adına insanın insana ve doğaya karşı yaptığı eziyetlerle doludur.
“Tanrı, iradesini hâkim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hâkim kılmak için Tanrı'yı kullanırlar”diyen İtalyan Filozof Giordano Bruno (1548-1600), evreni akılla değerlendiren düşüncelerinin diyetini 1600 yılında engizisyon mahkemesi kararı ile yakılarak ödemiştir. Çağdaşı ve gene kendisi gibi İtalyan olan Galileo Galilei ise (1564-1642), benzer suçlamalarla girdiği engizisyon mahkemesinde ölüme mahkum edilmekten ancak fikirlerini inkar ederek kurtulabilmiştir.
En güçlülerin değil en akıllıların iktidara gelmesini isteyen, “ya devlet adamları filozof ya da filozoflar devlet adamı olmalı” diyen Sokrates (MÖ.400), çalışmalarında yoğun bir şekilde Devlet Modeli ve Politik İktidarı inceleyip eleştirmiştir. Bunun iktidarda yarattığı endişe Sokrates'in ölüme mahkûm edilmesiyle sonuçlanmıştır. Düşüncelerinden asla ödün vermeyen Sokrates, aslında kaçmak için fırsatı varken bunu da reddederek dostlarının yanında baldıran zehirini şarap gibi içmiş ve ölmeyi seçmiştir.
Hallac-ı Mansur (858-922), “Ene’l Hakk” demiş ve bu sözün içinde Allah’ın 99 sıfatından birisi olan “Hak” ifadesi geçtiği bahanesiyle de tutuklanmıştır. Aslında sonucu önceden belli olduğu halde mahkemesi çok uzun sürmüştür. Bu mahkeme neticesinde, kadılar tarafından önce kamçılanmasına, sonra bedeninin dilim dilim kesilmesine ve kellesinin bedeninden ayrılarak yakılmasına karar verilmiştir. Mansur’un bu şekilde ölümüne o yıllarda açlık ve fakirliğin hüküm sürdüğü bir bölge olan Bağdat şehri ve halkına silah zoruyla tanıklık ettirilmiştir. Yobaz kafalar tarafından, “Ene’l Hakk” dediği için ebedî hayatına kendi kanı ile aldığı gusûl abdestiyle gönderilen Mansur, halkın gözyaşları ve tekbirleriyle uğurlanmıştır.
23 Aralık 1930’da Cumhuriyet tarihimizin çok acı bir olayı gerçekleşmiştir. Özetle; şeriat isteriz diye ayaklanan bir grup çember sakallı, sarıklı, cüppeli ve silahlı yobaz tarafından önceden planlanmış bir eylem organizasyonuyla Cumhuriyet değerlerine isyan başlatılmış, bu isyan ve sonuçları tarihimize “Menemen Olayı” veya “Kubilay Olayı” olarak geçmiştir. Bu yobazlar öğle vakti, “şeriat isteriz, fes isteriz, şapka giyen kâfirdir” nidalarıyla kendilerine yandaş aramış, bir sahte Mehdi’nin liderliğinde, ahaliyi sanki 70 bin kişilik bir Halife Ordusu gelecekmiş gibi kandırıp korkutarak Menemen şehir meydanında isyana kalkışmışlardır. Bu sırada kendilerine engel olmaya çalışan Yedek Subay Mustafa Fehmi Kubilay ile onun yardımına koşan bekçiler Hasan ve Şevki'yi şehit etmişler, hunharca işledikleri cinayette Kubilay’ın kafasını gövdesinden ayırarak ucuna taktıkları sopa ile teşhir etmişlerdir. Tüm müsebbiplerinin cezalandırıldığı bu olay maalesef tarihimizin karanlık sayfalarından birini oluşturmaktadır.
Başta da söylediğimiz gibi din konusu çok hassas ve tartışmalara açık değil, bunun yanı sıra tartışmalara açık olmadığı için de çok hassas olduğu söylenebilir.
Kötü niyetli kişiler dini kendilerine paravan yaparak aslında din dışı olan bir sürü uygulamayı kolaylıkla hayata geçirebiliyorlar. Tek tek ya da menfaat çeteleri oluşturarak insanların bu hassas yanlarını sömürebiliyorlar.
Faize haram deyip kâr payı veriyorlar.Önceki Diyanet İşleri Başkanlarından Süleyman Ateş bu uygulamayı “Alan memnun, satan memnun, biz ne diyelim ki! Ama şu kadarını söyleyeyim, din burada para kazanmak için alet edilmektedir” diye yorumluyor. Buyurun bakalım!
CHP döneminde Cami ahır yapıldı diyorlar.Kaynak olarak 20 Nisan 1936 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nin kupürünü gösteriyorlar. Haberin içine girdiğimizde görüyoruz ki aslında Caminin çektiği eziyet işgal sırasındaki vandallıktan kaynaklanmaktadır ve bu haberi Cumhuriyet gazetesine veren de CHP’nin İzmir Müze Müdürüdür. Haber şöyledir;
“Seferihisar’ın Hereke Köyü’nde bir cami tahrip edilmiş ve ahır haline getirilmiştir. Müze müdürü, tahkikat yapmıştır. Verdiği malumata göre, kütüphane ve medresesi vardır. Kütüphanesinden eser kalmamıştır. Evren oğullarından Kasım tarafından inşa ettirilmiştir. Üstündeki Arapça yazıya göre 641 yıllık olduğu anlaşılmıştır. Osmanlı-Türk stilindedir. Tahribata rağmen, geriye kalan kısmı muhafaza edilirse kıymettir.” Buyurun bakalım!
Bunlar bizim başörtülü kızlarımıza saldırdılar; Camiye ayakkabıyla girdiler, camide içki-sigara içtiler diyorlar.Gezi Parkı Direnişi sırasında yaralanarak Dolmabahçe’deki Bezm-i Alem Valide Sultan Camii’ne can havliyle sığınanların ardından haftalarca bu sözlerle halkı galeyana getirmeye teşebbüs ediyorlar. 3 gün sonra, 5 gün sonra görüntüleriyle kanıtlayacağız diyorlar. Üzerinden 3 ayı aşkın bir süre geçti. Buyurun bakalım!
Halkımızın dini inançlarını gerçekten de siyasetin oyuncağı haline getirdiler. Din olgusunu siyasi amaçları uğruna her an ve her şekilde mütemadiyen kullanıyorlar.
- Tecavüzle maruz kalınan gebelikte bile kürtajı yasaklıyorlar.
- Lise çağındaki çocuklar için evlenmenin önünü açacak yasal düzenlemeler yapıyorlar.
- Konuşma kürsülerinden “Dindar bir gençlik ve dindar bir nesil yetiştirmek istiyoruz” diye sesleniyorlar halka.
- Toplumumuzu, “içki içenler ve içmeyenler” diye de ikiye bölüyor ve içki kullanan kişileri sanki sabah-akşam sarhoş gezen ayyaşlarmış gibi aşağılamaya çalışıyorlar.
- Partilerinin bir yöneticisi, “imkânı olan kardeşlerimiz için yarın Kazlıçeşme’de olmak farz-ı ayn hükmündedir, farz-ı kifaye değildir” diye dînî zorlama içeren bir tweet atma cesareti gösterebiliyor.
- Bir Bakan, “Başbakanımızın doğduğu ve yaşadığı şehirler mübarektir” diyebiliyor.
- Ramazan’da kurulan iftar çadırı sayısının döneminde ciddi bir artış gösterdiğini gözlemliyoruz. Kişi başına düşen yıllık ortalama gelirimiz yeterli olsaydı herhalde bu kadar çok iftar çadırı kurulmasına gerek kalmayacaktı. Bu çadırları da genellikle dini kullanan ya da hükûmete yaranmak isteyen çevrelerin kurdurup donattıklarını biliyoruz. Yani fakirlik ve din iktidar ve yandaşları tarafından pervasızca kullanılmaktadır. Maalesef muhalefet partileri de bu düzene ayak uydurmuşlardır. Bunun adı açıkça takiyyedir.
- Ramazan Ayında bu iftar sofraları miting meydanı yapılmaktadır. İftar sofraları bir siyasi arena ve miting meydanı gibi kullanılmaktadır. Böylece artık her akşam insanların “Allah Rızası” için bir araya geldikleri iftar sofraları da siyasete alet edilmektedir.
- Kadınlara ve erkeklere ayrı ayrı yüzme havuzları yapacaklarını sanki bir gurur vesilesiymiş gibi duyurmaktadırlar.
- İktidarın ilk dönem bakanlarından biri hastalanınca eşi, tedaviye Amerikaya gitmelerine gerekçe olarak “Rabbime sordum, Cleveland dedi” açıklamasını yapabilmiştir.
- İsra Suresi’nin 81.ayeti “Hakk geldi batıl ortadan kalktı” diyen bir ilahi mesajdır. Geçmişte bir siyasi parti lideri bu ilahi mesajı kendisine uyarlayarak Hakk’ın kendi temsil ettiği zihniyet olduğunu ifade etmiş, benim dışımdakiler Batıl’dır diyerek dini siyasete iyice karıştırmış, daha sonra bunun sıkıntısını çekmiş ama aslında bir dönem için muradına da ermiştir.
- Minareler süngü, kubbeler miğfer, camiler kışlamız, müminler asker, derken mevcut Başkanımız aynı hocası gibi dini siyasete alet etmiştir.
- Başbakan, ben müslümanım ama laik değilim, fakat laik bir ülkenin başbakanıyım demektedir.
- İktidar partisinin bir il başkanlığınca Hz.Muhammed adına düzenlenmiş, başbakanı peygamberin çocuğuymuş gibi gösteren, üzerinde mensubu oldukları partinin amblemi bulunan bir nüfus hüviyet cüzdanı bile yapılabiliyor.
- Ana muhalefet partisinin bir milletvekili Mecliste Cem Evi açılması için Meclis Başkanından talepte bulunuyor. Meclis Başkanı’nın kendisine verdiği cevap çok ilginç ve gerçekten ürkütücü; “Konuyu Diyanet İşleri Başkanlığına sorduk aldığımız cevaba göre Cem Evi açılması Diyanetçe uygun görülmemiştir. Alevilik, İslam inancının bir versiyonudur, ibadet yeri camidir.” Bu, bize “bir de Ulema’ya soralım” diyen Başbakan’ı hatırlatıyor. O zaman aklımıza ilk gelen şey şu oluyor “Demek ki Türk Milleti adına Türkiye’yi yöneten TBMM değildir.”
- Önceki Diyanet İşleri Başkanlarından birisi, “din görevlimiz sadece camide namaz kıldıran bir memur değildir, toplumun bütün sosyal hayatına müdahale eden kanaat önderi olmalıdır” tarifinde bulunuyor. Ona göre ayrıca Türkiye’de Hristiyanların kendi kiliselerinde ibadet edebilmeleri bizim âli cenaplığımızın bir örneğiymiş.
- Cami ve Cem Evi kompleksi inşaatı için temel atacağız derken bile aslında yüce bir niyet güdülmediğini ve belli çevrelerce dinin siyasete alet edildiğini açıkça görebiliyoruz.
Daha yüzlercesi olan bu tutum ve davranışlar, dinin siyasete alet edilmesi değil midir?
Camiler, Cem Evleri, türbeler ve başörtüsü kavramları, namaz, oruç, hac ve zekât ibadetleri yüzyıllardır siyasetçiler tarafından istismar edilmiştir. Konunun hassasiyeti ve yaratılan tartışılmazlık ortamı, masum, mütevazı ve inançlı populasyonun bu karanlık emellere alet edilmesini kolaylaştırmıştır.
Dini en çok istismar edenler, bu işi yapan onlar değilmiş gibi, yüzyıllardır sürekli bir “Mahalle Baskısı” söylemini ağızlarında geveleyip durmuştur.
Bugün Antalya Cumhuriyet Meydanında birden birisi ortaya çıksa ve “Allah vardır, tektir” diye bağırsa, hatta Arapça olarak “Allahuekber” diye bağırsa ve hatta vakitsiz olduğu halde baştan sona bağıra bağıra ezan okumaya kalksa kimse ona sert bir tepki göstermez. En fazla bıyık altından gülümser ve “Allah Allaah?” derler. Oysa birisi çıksa ve “Allah yoktur!”, “Ben ateistim, Tanrı tanımam” diye bağırsa, birkaç dakika içinde etrafında oluşan kalabalık tarafından tartaklanır, şanslı ise darp edilir ve ne yazık ki belki de linç edilir.
Çember sakalları ve yerlere kadar cübbeleri ile turistik plajlarda “acaba aykırı mı görünürüm” kaygısı bile olmaksızın korkusuzca dolaşırlar, kimse onlara bir şey söylemez, hâttâ dönüp bakmaz bile ama onlar “Mahalle Baskısı” var derler.
Ancak, onların yoğun yaşadığı yerlere giderken modern kadınlar mini etek yerine biraz daha uzununu, askılı bluz yerine t-shirt giyerler, gene de “acaba aykırı mı görünürüm” kaygısını üzerlerinden atamazlar.
Acaba kimin üzerindedir bu “Mahalle Baskısı” ?
https://twitter.com/drtayfunbudak
https://www.facebook.com/tayfun.budak.790