Çiğdemler utangaç filizler vermişse patikalarda, çıplak dağlarda yeşillikler merhaba dercesine el kaldırmışsa ve kıştan kalan bir hüzünlü rüzgâr esmeye inat etmişse o sabah; bayram zerde kokusuna bulaşmış sapsarı güllere dönerdi...
Ne mutlu serinliğin sarhoşluğunda akide kokan bayramlara ve ne mutlu bizi bizden alan o çocukça anlara... Oysa yaz sıcağında hayal bile olamayan, geçmişe özlem duyan çocukça bahar düşleriydi bunlar!.. Çünkü sıcağın insafını toprağa gömdüğü, gölgenin ise ebediyen izne çıktığı o yokluk yıllarında, bayramların yaz aylarına rastlamasını hiç ama hiç sevmezdim... İnsanı hapseden sıcaklık; sokakları sahipsiz, umudu tarifsiz, yaşamı ise yalnız bırakırdı!..
Çünkü sıcak yakardı esmer bedenimizi ve biz çocuklar tadına doyamadığımız sarı limon şekerlerini, serinliğin coşkusuyla yemek isterdik...
Oysa nefes kesecek ölçüde sıcaksa hava ve teslim almışsa bizi acımasız güneş; bir akide şekeri gibi akardı gün ve yüreğimize bulaşırdı derin bir hüzün...
Sıcak, sokakları pes ettirmeye hazır enerjimizi bile tüketirdi bizim... Gölgeyi aramayı işte o yüzden çocukça bir oyuna dönüştürür; köşe kapmaca oynardık sarı ve zalim güneşle... Evet, gel de bayram et böylesi zalim ve de endişeli bir atmosferde?.. Gel de yepyeni elbiselerinin içinde lunapark coşkuları yaşamayı isterken, dönme dolabın şaşkınlığıyla güneşin esaretine dolanıver!..
Keçedeki eski desen!..
Size nasıl anlatsam ki Urfa’nın cehennemi yaz aylarını; açıkta akan kanalizasyonlar, sokakları istila etmiş sinek orduları, genizlerde isyan eden tezek kokuları, av peşindeki “tatarcık”lar, pusudaki kara akrepler ve yorganlarımızın içine bile saklanmaktan utanmayan yılan yavruları!..
Biz, başımızda alevler gezdiren sıcaklara karşı hüznümüzü şemsiye yaparak dolaşmaya çalışırken, taş evlerin avlularında keçelerin üzerine oturmuş büyüklerimizin yastık altlarına gizledikleri 2,5 liralara göz kırpardık...
O yıllarda; Urfa’da, sınır kaçakçılığıyla geçimini sağlayan o mahallede, bir köşeye atılmışçasına yaşamaya çalışırken, düşlerimiz de tıpkı umutlarımız gibi çocukça ve masumcaydı...
2,5 liralar bayramların, gönlümüze asılan gümüşi madalyaları gibiydi... Minik avuçlarımıza hapsettiğimiz; hep harcamak ama hem de saklamak istediğimiz küçücük hazinelerimiz!..
Belki sıcaktan, belki yokluktan ve belki de seçeneksizlikten planlarımız hiç değişmezdi yaz aylarında; olsa da paramız, yalnızca dondurma alsak... Olsa da birkaç kuruşumuz, güneşin kalbine saplayabilsek ilkel bir frigoyu andıran buz gibi “Eskimo”nun çöplerini...
Yüreklere merhem ceylan!..
Bu hayallerle büyüklerimizin tütün kokan ellerini öperken, nargile kokan yüzlerine dokunurken, eski adamların nostaljisine de kaptırırdık kendimizi... Çünkü çocukken, büyükler dev adamlar gibi gelirdi bize!.. Ve sanki biz hep küçük, onlar ise kocaman gelmişlerdi bu garip dünyaya!..
Duruşlarıyla, bakışlarıyla, tenlerine işleyen acıları ve kimi zaman seslerine dolanan gaddarlıklarıyla eskiydi, çok eskiydi o adamlar!..
Yüzlerinde kaderin barbarlığıyla var olmuş derin çizgiler, ak düşmüş saçlarına tutunmaya çalışan umutlar ve çaresizliği kirpikleriyle hapsetmeye çalışan yorgun gözleri vardı onların... Ve biz onların ne paralarının bittiğini düşünebilirdik ne de merhametlerinin azalacağını... Ne yaşlanacaklarını düşünürdük ne de bir gün ölüp gideceklerini!..
Ekmeklerini Suriye sınırındaki mayınlı tarlalarda arayan, korkuları her anlarında kaçakçı atlarının terine karışan, isyanları Süryani mağaralar gibi derin adamlardı onlar... Ve Kazancı Bedih’in seslendirdiği “Sen naz ile gözler süzüp ettikçe tebessüm, Bir handeni vallahi bu dünyaya değişmem” gazelini mayın kokusu sinmiş kaçak çay lezzetinde, efkârlı halleriyle dinleyen adamlar... O yüzden gamze açmış gülücüklerimizle şımarırken dizlerinde, tömbeki kokusunu limon şekerine katma düşleri kurar, bayram harçlıklarını kopartır kopartmaz zalim sıcağın pusular kurduğu sokaklara atmak isterdik kendimizi!.. Harran’dan kopup gelmiş, yüreklere merhem olacak gül kokulu bir zarif bir ceylan gibi!..
Kundura ipinde umut!..
Siz hiç yaz ayında, bahar bayramlarının düşlerini kuran çocuklar gördünüz mü?.. Yaşadınız mı onlar gibi avluların ağaca, toprağın çimene hasret olduğu, suyun gökyüzüne isyan ederek buharlaştığı bir mahallede?..
Bugün, bu sabah, coşkuya odaklandığınız ya da kimsesizliğin hüznünü yaşadığınız şu sıralarda; damağınızdaki limon şekeri tadını anımsadınız mı, avucunuza düşen ikibuçuklukların zenginliğini hissettiniz mi?.. Koşmak istediniz mi, bayram gelse de giysek diye hep sakladığımız kahverengi bağcıklı kunduralarınızla?.. Bir bebeğin emziğine sarılması gibi kucakladınız mı gıcır gıcır ayakkabılarınızı?..
Bizler; Urfa’nın Kötüler Mahallesi’nde, bize çok lüks gelen o ayakkabılarla yalnızca çocuk düşlerine koşmadık hüzünlü sokaklarda... Dik durmayı, doğru yürümeyi, umuda koşmayı ve aydınlığı aramayı da o ayakkabılarla öğrendik...
Bizi yoksulluğun cenderesinde umuda bağlayan, yeni bir giysinin varlığı değildi; ne kadar çaresiz olursak olalım, umuda kundura bağcıklarıyla bile bağlanabilmekti bizi yücelten!.. Dik duran yüreklilerle bayram yapın geleceğinizi ve hiçbir şeyiniz yoksa bayramlık kunduranızın ipleriyle sıkıca bağlayın umudunuzu...
OKURLARA NOT: Çocukluğumun Urfasını anlatan eski bir bayram yazısıyla, Şeker Bayramı’nızı yürekten kutluyorum.
https://twitter.com/FARACYAZIYOR
https://www.facebook.com/mfarac