İki komşu ülkenin en yetkili ağızlarından dökülen cümleler gittikçe tüyler ürpertici olmaya başladı.
Suriye Dışişleri Bakan Yardımcısı Faysal el Mikdat, “Eğer ABD Suriye’ye bir operasyon düzenleyecek olursa Şam sadece İsrail’i değil, Ürdün ve Türkiye’yi de vuracaktır” diyor.
Başbakan Erdoğan ise Suriye’nin bu tehdidine tehditle karşılık veriyor ve “Ülkemiz böyle bir şeye her an hazırdır. Suriye’nin kendisi buna ne kadar hazırdır, bunu bilemem” diyor.
Kameraların önünde gerçekleşen bu konuşmalar gerçekten “akıllara zarar” ve “tüyler ürpertici”. Zira kadın-erkek, genç-yaşlı, çoluk-çocuk bütün bir dünya olanları korku ve dehşetle izliyor.
Krizin başından itibaren Suriye’nin yanında yer almaya özen gösteren Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Suriye’de tek taraflı bir eyleme geçilmemesi hususunda Batı’yı uyarıyor, ancak Şam’ın kendi halkı üzerinde zehirli gaz kullandığının kanıtlanması halinde Rusya’nın cezalandırıcı askeri operasyonlara izin verecek bir Birleşmiş Milletler kararını da “gözardı etmeyeceğini” ifade ediyor.
ABD’nin olaya bakış açısı ise aşağı yukarı son 300 yıllık dünya tarihinin satır başlarını bile okuyunca hemen anlaşılabiliyor. O kadar uzağa gitmem diyorsanız, Irak, Libya, Mısır ortada… ABD daima paldır-küldür saldırma eğilimi gösteren bir tutum içerisinde. Suriye’ye askerî müdahale yapmadan önce muhakkak ABD Kongresinin onayını almak isteyen ABD Başkanı Barack Obama, “Kongre’nin bu operasyona ‘evet’ diyeceğine inanıyorum. Ben 400 masum çocuğun gazlandığını gördüğümde, bu konuda derhal harekete geçilmesi gerektiğini düşündüm” diyerek kongreye de mesajını göndermişti. Nitekim ABD Senatosu Dış İlişkiler Komitesi, şu sıralarda açıklandığı üzere Suriye’ye operasyon tasarısını 7’ye karşı 10 oyla kabul etti. Rusya’nın Suriye’deki iç savaşla ilgili tutumuna değinen Obama, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Esad’ı destekleme kararını değiştireceği konusunda da her zaman umutlu olduğunu konuşmasına ekliyor.
Gelelim İngiltere’ye. Geçen hafta İngiliz hükûmeti Suriye’ye askerî müdahaleyle ilgili önergesini parlamentoya götürmüş ve önerge oylanarak “272 evet” oyuna karşılık “285 hayır” oyu çıkmasıyla reddedilmişti. Bunun sonucu olarak İngiltere’nin Suriye’ye askerî müdahalede bulunmayacağını açıklamasıyla Birleşik Krallık’ın Suriye konusunda bundan sonraki süreçte nasıl bir rol oynayacağı tartışmaları da başlamıştı.
Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande, geçen hafta İngiliz Parlamentosunda Suriye’ye askerî müdahale için oylanan önergeye red kararı çıkmasının hemen ardından, İngiltere olmadan da Suriye’yi hedef alacak olası bir saldırıya katılabileceklerini söylemişti. Bu gelişme üzerine Le Figaro gazetesine söyleşi veren Esad’ın açıkça kendisini ve Fransız halkını tehdit etmesi üzerine Hollande ona oldukça sert bir dille yanıt verdi. “Esad buna dikkat etsin. Ancak bir diktatör o ülkedeki bir gazete aracılığıyla cumhurbaşkanı ve halkını tehdit edebilir ve kimyasal silahlar hakkında yalan söyleyebilir. Ben bu tehditten sonra daha da kararlıyım. Esad’ın yaptıkları cezasız kalmamalı” şeklinde konuştu. Hollande, “Amerikan Kongresi reddederse Fransa tek başına hareket etmeyecek. Ama bu kimyasal saldırıda Sarin gazı kullanıldığı tespit edilmiştir. Bu saldırı Esad tarafından yapılmıştır. Bu saldırı yanıtsız kalamaz. Herkes üzerine düşen sorumluluğu almalıdır. Fransa da kendi üzerine düşen sorumluluğu alacak. Esad’a karşı mücadele eden muhalifleri daha güçlü yollarla destekleyeceğiz” dedi. Görülen o ki Fransa tamamen patolojik bir yaklaşım içerisinde ve ortaya çıkacağını düşündükleri savaştan ganimet elde edebilmek için aldığı riskin ve çaktığı kıvılcımın farkında bile değil.
Almanya Başbakanı Merkel, Suriye konusunda siyasi sürecin harekete geçmesi için elinden geleni yaptığını ifade ediyor. Merkel, Almanya’nın bu ülkeye yönelik bir askeri müdahaleye katılmayacağını söyleyerek kimyasal silah kullanımına uluslararası toplum tarafından ortak bir tavır alınmasından yana olduğunu da ekliyor.
Ortada bir gerçek var. Suriye’de işler iyi gitmiyor. Ama orada işler iyi gitmiyor diye, yanlışı yanlışla düzeltmek dünyayı doğruya götürmez. Devletin yönetim kadroları, siyasetçiler ve diplomatlar bugünler için varlar. Kesin kanıtlar elde edilmeden, kamu vicdanı gözetilmeden ceza kesilemez. Daha önceki örneklerde olduğu gibi sabit bir suç isnat ederek operasyon yaptıktan ve ortalığı toz-duman ettikten sonra, toz ortadan kalkınca “pardon, öyle sanmıştım” derseniz bu kez bunu hiçbir bireye de, halka da yutturamazsınız.
Demokrasi ile yönetildiği iddia edilen ülkelerde yönetimler, önceden belirlenmiş sınırlı süreler için seçilirler. O ülkede yaşayan herkesin huzur, barış ve refahını sağlamak, sağladıkları huzur ortamını sürdürmek ana gayeleridir. Savaş, asla düşünülmemesi gereken bir alternatiftir. Bunun iştahlısı olmaya asla hakları yoktur. Ülke ve milletlerini savaş denilen felakete sürüklemekten kaçınmalı, bunun için ellerinden gelen tüm fedakârlıkları sergilemelidirler. Devlet yönetimi gerçekten fedakârlık isteyen kutsal bir iştir. Bu fedakârlıkları göze alamayanlar asla bu kutsal görevlere talip olmamalıdırlar. Bütün bunlardan sonra yönetim kadrolarında yer alanlar verdikleri her kararın sadece kendi yaşam süreleri veya yönetim dönemleri ile sınırlı olmadığını, gelecek kuşakları da etkileyeceğini göz önünde bulundurmalıdırlar. Dünden ders alarak bugünü huzurlu yarınlara köprü yapmalıdırlar.
Şimdi sorular şöyle sorulmalı:
Bu bahsettiğimiz ülkelerin hangisi barışı ve huzuru sürdürmek istiyor?
Bu bahsettiğimiz ülkelerin hangisi dünden ders alıp bugünü yarının köprüsü olarak görüyor?
Şimdi de bu bahsettiğimiz ülkelerin halklarına sesleniyorum:
Size barış vaat edemeyenleri, vaat edip gerçekleştir(e)meyenleri, gözünüzün içine bakarak yalan söyleyenleri indirin oturttuğunuz yerden.
Siz oturttunuz, siz indirirsiniz.
Son olarak da bu devletlerin yönetim kadrolarına sesleniyorum:
Akıllara zarar, tüyler ürpertici konuşmalar ve icraatlarla insanları dehşet ve korku duygusuyla yaşamaya zorlamayın. Barışı, gerçekten barışı arzulayın ve barışın tesisi için samimi olarak çabalayın.