İKTİSATSIZ İSTİKLAL OLUR mu?

Türkiye’nin diplomatik kuşatılmışlığını ve politik güçsüzlüğünü tartışırken, ekonomik kırılganlığına sürekli dikkat çekmekte yarar var: Dev ve devrimci önderimiz Atatürk’ün vurguladığı gibi;“İktisatsız istiklal olmaz”, “Mali egemenlik yoksa milli egemenlik de yoktur”…

Malum; Türkiye ekonomik açıdan en kırılgan ülkeler arasında gösteriliyor. Arjantin, Pakistan, Mısır da aynı listede. Türkiye cari açık veriyor. Tasarruf oranı düşük. Döviz rezervleri sıkıntılı. Ve Türkiye, her yıl 200 milyar dolar yabancı kaynağa gereksinim duyuyor. Bu kaynak; dış borcun vadesini çevirmek için, cari açığın finansmanı için şart. Bu ekonomik tabloyla, bağımsız bir siyaset izlemek olanaksız. O yüzden de emperyalizm, bu zaafımızı kullanıyor.

ABD’NİN TAKIM ÇANTASINDA NE VAR

ABD’nin Türkiye’ye, yaşadığımız bölgeye bakışını şekillendiren pek çok unsur var. O yüzden de Ortadoğu’da ne İslami temelli bir hareketin, İslamcı bir bölge ülkesinin, ABD denetiminden çıkmasına tahammül eder, ne de ABD karşıtı bir gücün Ortadoğu içinden çıkmasına veya Ortadoğu dışından gelip bölgede nüfuz sahibi olmasına fırsat verir. Adını açıkça koymak gerekirse, İran’ın etkisinin artması da, Rusya’nın bölgede ağırlığını pekiştirmesi de ABD’nin işine gelmez. ABD bu konuda yalnız değildir üstelik. İsrail, Körfez’deki Arap rejimleri, Mısır’da İhvan, Selefi terör örgütleri de İran düşmanlığında ABD’yle birliktedir. 

Hiç akıldan çıkarmayalım; Irak ve Suriye’nin başına gelenlerde en önemli sebeplerden biri, bölgenin zengin enerji kaynaklarının ve enerji güzergâhlarının denetimidir. İki ülkenin de bölünmek istemesinin nedenleri, İsrail’in güvenliği, emperyalizmin ihtiyaçları, enerji denklemi dikkate alınmadan, anlaşılamaz. Belirtelim; Irak’ın zengin yeraltı kaynaklarının sadece Körfez üzerinden dünya pazarlarına ulaştırılması, sadece bu güzergâhın kullanılması, Irak için olduğu kadar, Irak’tan enerji ithal eden ülkeler için de sağlıklı değildir. Irak’ın enerji kaynaklarının birkaç farklı güzergâh üzerinden (misal; hem Körfez, hem Türkiye, hem Suriye üzerinden) dünya pazarlarına ulaştırılması, Irak için de, Irak’ın müşterileri için de daha yararlıdır. Güzergâh çeşitliliği ülkeleri siyasi ve diplomatik olarak da daha yakın iletişim kurmaya, işbirliği yapmaya yöneltir. 

Sorun şudur: Türkiye’nin Suriye konusu başta olmak üzere, bölgedeki sorunlarda, bölgeye ve dünyaya, gerçek gücünün, kapasitesinin çok üstünde bir görüntü vermeye çalışması, bu yönde bir algı yaratmaya çabalaması, büyük -iddialı- sözler etmesi ve bunların gereğini yapamaması, olumsuz sonuçlar doğurmuştur. Misal; Barzani’nin 25 Eylül 2017’de yaptığı referandum sonrasında, “vanayı kaparız”“sınırı kaparız”, “askeri müdahale ederiz” deyip, sonra da hiçbirini yapmamak, Türkiye’nin itibarını azaltmıştır.

HUKUKUN GÜCÜ DEĞİL, GÜÇLÜNÜN HUKUKU

Dahası var: Güçlülerin hukuku, egemenlerin hukuku demek olan uluslararası hukuku güçlüler eğip bükebilir, zayıflar asla. Çünkü uluslararası hukukta belirleyici olan siyasettir, güçtür, kuvvet dengesidir, ittifak ilişkileridir. ABD, tek taraflı davranırken, uluslararası hukuku gözetmezken, gücüne güvenerek yapar bunu. Küçük veya orta ölçekli bir ülke yapamaz. Onların bir başka ülkeye müdahale edebilmesinin şartları bellidir. Türkiye örneği üzerinden gidersek;

a) Türkiye’ye bir saldırı olursa, Türkiye meşru müdafaa hakkı gereği, müdahale edebilir.

b) Irak hükümeti, Türkiye’yi ülkesine askeri yardımda bulunmaya çağırırsa, Türkiye müdahale edebilir. (Ör: Rusya, Suriye’deki varlığını, Esad’ın Rusya’yı yardım etmesi için Suriye’ye davet etmesiyle açıklıyor).

c) Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, BM Şartı kapsamında, bir ülkeye müdahale etmeye karar verirse, BM Şartı kapsamında kolektif güvenlik ilkesi devreye girer. Türkiye de bu kapsamda, BM’nin çağrısına uyar ve askeri güç yollar. (Ör: 11 Eylül 2001 saldırıları sonrasında alınan BM kararına dayanmıştı ABD).

Durum buyken, Türkiye’nin ekonomik gücüne, ülke içindeki gerilime hiç aldırış etmeden, büyük sözler etmesi, Rusya, Suriye, Irak örneklerinde olduğu gibi, sonra da siyaset değiştirmesi şu sonuçları doğurmuştur:

1) Türkiye’yi bölgede yalnızlaştırmıştır.

2) Türkiye’nin caydırıcılığını, itibarını, güvenilirliğini, öngörülebilirliğini azaltmıştır.

3) ABD’nin de, Avrupa’nın da, Rusya’nın da Türkiye’ye daha fazla çullanmasının, Türkiye üzerinde daha çok baskı kurmasının önünü açmıştır.

4) ABD ve AB ile gerilen ilişkilerimizi, en verimli Rusya kullanmıştır.

5) Türkiye’nin ne ABD, ne AB, ne de Rusya’ya karşı somut, elle tutulur, önemli bir kazancı olmamıştır. Bu ülkelerin hiçbirinden ciddi bir ödün koparamamıştır.

6) Devlet kapasitesini aşan bir çatışmacı söylem ve rekabetçi üslup sonucunda, her seferinde Türkiye geri adım atmıştır.

Misal; Rusya’dan özür dilenmiştir. Misal; Suriye ve Irak politikasında U dönüşü yapılmıştır. Misal; Almanya’ya karşı üst perdeden konuşulduktan sonra, 1 milyar Euro tutarında enerji ihalesi Alman firmasının öncülük ettiği konsorsiyuma verilmiştir. Almanya Türkiye’nin en büyük dış ticaret ortağıdır, iki ülke arasındaki ticaret hacmi 37 milyar Euro’dur ve Türkiye’de 6 bin 800 Alman şirketi faaliyettedir. Misal; ABD’ye karşı haklı olarak eleştiriler yönelttikten sonra, ABD’den 11 milyar dolarlık yolcu uçağı alınmıştır, hiç de ihtiyaç olmadığı halde.

Kıssadan Hisse: Parayı veren düdüğü çalar. Parayı alan da emir alır.